Türk direnişinin ruhu Enver Paşa

featured

WINSTON CHURCHILL
Gemilerimiz Boğazları aşsaydı aciz bir duruma düşürülecek; Türkler onları yok sayacak; gemiler mahsur kalacaktı. Hiçbir yiyecek veya mühimmat onlara ulaşamazdı. Geri dönüp korkunç güçlerle tekrar yüzleşmek zorunda kalacaklardı. Belki de bu gemilerin sadece bir çeyreği, bu çılgın ve işe yaramaz maceradan zarar almadan kurtulabilirdi.

İngiltere’nin eski Başbakanı (1940-1955) Winston Churchill’in 1930 yılında “La Revue de Paris” isimli derginin 4. cildinde (Temmuz-Ağustos) yayımlanan “Amiral De Robeck ve Mayınlı Alanlar” başlıklı makalesinin son bölümünü yayımlıyoruz. Churchill, 18 Mart 1915 günü gerçekleşen Boğaz Harekâtı’na ilişkin ayrıntılı değerlendirmesinin bu bölümünde Başkomutan Enver Paşa’yı övüyor ve “Direnişin ruhu” olarak görüyor. Churchill, ayrıca varsayımları da sıralıyor ve savaşın nelere mal olduğunu belirtiyor.

TÜRKLERİN CEPHANESİ TÜKENMİŞTİ

Eğer donanma yeni bir girişimde bulunsaydı, bu kapıyı açık bulabilirdi. Gelişmiş dip tarama unsurları, çabalarını Erenköy’de kalan birkaç mayına odaklamış olurdu ve tüm zayiatları kayda değer bir şekilde telafi edilmiş olurdu. 18 Mart muharebesi, bir ay sonra ezici elverişli koşullarda yeniden başlatılabilirdi ve yalnızca bir çıkar yolun mümkün olduğunu kanıtlamak için birkaç saat yeterli olurdu. O anda, farklı tartışılmaz kaynaklardan Türk ordusunun cephanesinin tükendiğini biliyorduk.

Tek yapmamız gereken kademeli deniz ilerlemesini sürdürmek ve bu şaşırtıcı gerçeği kanıtlamak için yeniden bombardımana başlamaktı: Aslında, Türklerin neredeyse hiç cephanesi yoktu. O zaman keşfedebilseydik çok iyi olacak olanı şimdi biliyoruz, zira savaş gemilerine yegâne zarar verebilecek olan büyük toplar için, parça başına yirmiden fazla atış yapacak mühimmatları kalmamıştı. Bulgaristan savaşa girene kadar, Almanya’dan tek bir mermi onlara ulaşamadı. Basit bir dip taramasının ispatlayabileceği şeyi artık biliyoruz ki başka mayın kalmamıştı. İstanbul, uyuyan ya da yüzer on iki mayından daha fazlasına sahip değildi ve mermiler için de olduğu gibi, hiçbir yeni mühimmat altı aydan önce İstanbul’a ulaşamazdı.

Türk ordularının komutanı Liman von Sanders’ın kurmay subayı tarafından kaleme alınan resmi Alman raporu şöyle diyor: “Türk mühimmatının en büyük kısmı kullanılmıştı. Ortalama havan topları ve mayınlı alanları koruyan parçalar, tedariklerinin yarısından fazlasını ateşlemişti. 25.5’lik beş parça için, top başına yaklaşık 50 atış olmak üzere, yalnızca 271 atış kalmıştı; 23’lük on bir parça için ise, top başına 30 ila 50 atış kalmıştı… Özellikle bir gerçek çok çarpıcıydı: Savaş gemilerine karşı yegâne etkili olan uzun menzilli HE mermileri neredeyse tamamen kullanılmıştı. Hamidiye Tabyasında sadece 17, Kilitbahir Kalesinde ise on adet kalmıştı. Artık mayın rezervi kalmamıştı: Ayın 19’unda ve daha sonraki günlerde aynı şiddette savaş yeniden başlasaydı ne olurdu?”

MAYIN DURUMU

İngiliz ordusunun resmi tarihçisi şöyle diyor: “18 Mart akşamı, Çanakkale Boğazı’nın Türk Komutanlığı kaderin uyarısı altında ezildi. Mühimmatın yarısından fazlası kullanılmış ve yerine yenisi konamamıştı… Şunu hesaba katmak önemlidir ki eğer İstanbul terk edilmiş olsaydı, Türkler savaşa devam edemeyecek hale gelirlerdi. Tüm silah ve mühimmat fabrikaları başkentte idi, bunlar donanma tarafından imha edilmiş olacaklardı ve Almanya tarafından ikmali de imkânsız olacaktı… Arızalı izleme servisi kesilmişti. Türk topçularının morali bozuktu ve ertesi gün donanmanın saldırması durumunda, orada mevcut olan Alman subaylarının bile görünüşte muzaffer bir direniş gösterme umutları azdı.”

Ve daha sonra ise şu belirtilmekte: ”Dokuz sıra mayından, birçoğu altı aydır oradaydı ve çoğunun, akıntı tarafından sürüklendiğine ya da gemilerin onlara temas edemeyeceği bir derinliğe battığına inanılıyordu. Başkalarıysa eski model oldukları ve pek sağlam olmadıkları görüşündeydi; azalmış sayıları nedeniyle, bir geminin güverte kirişinin üç katından fazla olan, yaklaşık 82 metre birbirinden uzaktaydılar.”

Ve nihayet resmi Türk raporunda şöyle deniliyor: “Bu kadar önemli bir hedefe ulaşmak için ve nispeten küçük kayıpları hesaba katmadan, düşmanın saldırıya kaldığı yerden güçlü şekilde devam etmesi gerekiyordu. Her ihtimalde Boğazların deniz yoluyla ele geçirilmesi başarılacaktı… Hamidiye tabyasında atılacak sadece beş ila on atış kalmıştı ve Avrupa yakasındaki bataryalar da keza yetersizdi.”

Türk direnişinin ruhu Enver Paşa da aynı görüşü dile getirdi.

Bir bütün olarak, savaşın pek az bölümü, gözlerinin altında kara ordusu korkunç çarpışmalarda kan dökerken ve herhangi bir anda Türk kalelerine ve mayın alanlarına yapılan bir saldırı girişimi, savaş gemilerinin ilerlemesini artık durduramadıkları gerçeğini ortaya çıkarabileceği halde, tüm bu kasvetli yaz boyunca kataleptik bir uykuya dalmış İngiliz donanmasından daha şaşırtıcı bir gösteri sunmaz.

Bu, tarihin en büyük blöfüydü ve kimsenin bu blöfün maskesini indirmeye gücü var gibi gözükmüyordu. Bununla birlikte, bu olaydaki aktörlerin ve liderlerin o tarihte sahip olduğu sınırlı bilgi ile ilgili olarak tüm çekinceler tarihçiler tarafından konulmalıdır. Artık kalelerin cephaneye sahip olmadığını, torpillerin artık herhangi bir tehlike arz etmediğini, dipte taranan mayınların değiştirilemediğini bilirken, Amiral’i başka bir girişimde bulunmadığı için ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığını ona veyahut bir başkasına emir vermediği için suçlamak şimdi çok kolay. Fakat savaşta birçok şey bedenleri değil, insanların ruhlarını etkiler. Yerleşik bir inancın ölümcül ağırlığı, bir deniz saldırısının tekrarının önüne geçti.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı hazır olduğunda, Amiral de Robeck bunu reddetti. Amiral karar verdiğinde ise Deniz Kuvvetleri Komutanlığı hazır değildi ve İngiliz donanmasıyla ilgili başka hiçbir hadise cereyan etmedi. 18 Mart’tan Gelibolu Yarımadası’nın kesin tahliye zamanı olan yılın sonuna kadar bu donanmanın eylem etkinliğini, birliklerin nakliyesini, düşman ateşi altındaki çıkartmalarını ve kendi topçularının kara ordusuna verdiği desteği takdir ediyoruz. Ancak, çarpışmayı kısaltmaya ve nesilden nesile yankılanacak sonuçlar doğurmaya muktedir nihai karara katkıda bulunan eylem bütünündeki bir faktör olarak, donanma rolünü oynamayı bırakmıştı.

DONANMA BOĞAZI AŞSAYDI NE OLURDU?

Deniz saldırısını yeniden başlatma girişimlerimde karşılaştığım en büyük zorluk, şu soru ile başlayan bir sonsuz varsayımlar deryasıydı: Eğer donanma Boğazları aşsaydı ne olurdu? Yeni bir girişim ilkesine karşı itirazlar seyrek olunca ve en öfkeli muhalifler her halükârda donanmanın büyük bir kısmının Marmara Denizi’ne girmekte başarılı olacağını kabul ettiğinde, başka bir soru ile karşı karşıya kaldım: Boğazları aşan gemilerin başına ne gelecekti?

Söylenenlere göre, gemiler aciz bir duruma düşürülecek; Türkler onları yok sayacak; gemiler mahsur kalacaktı. Hiçbir yiyecek veya mühimmat onlara ulaşamazdı. Geri dönüp korkunç güçlerle tekrar yüzleşmek zorunda kalacaklardı. Belki de bu gemilerin sadece bir çeyreği, bu çılgın ve işe yaramaz maceradan zarar almadan kurtulabilirdi.

Çanakkale Boğazı’nın İngiliz donanmasının güçlü bir gemisi tarafından geçilişinin Türk Hükümetinin tutumunu belirleyeceğine yönelik itiraza her zaman karşı çıktım. Avrupa’dan Asya’ya çekilirlerdi. Ayrıca her iki tarafın da kıstağına hâkim olsaydık, Gelibolu Yarımadasında önemli bir Türk ordusunun kalmasının mümkün olmayacağını da belirttim. Boğazları geçebilecek küçük tekneler olmasaydı, yiyecek ve mühimmat ikmali sağlanamazdı.

Aynı şekilde kalelerde de mühimmat kıtlığı vardı ve deniz yolunu kesecek mayın yoktu. Türk ordusunun ve İstanbul’un yiyeceklerinin Asya’dan getirilmesi gerekirdi; ve Türk hükümetinin kaçışı, tüm Türk Gelibolu birliklerinin geri çekilmesi ya da şartlı teslimi, donanmanın ayrılışına kıyasla daha kısa bir sürede gerçekleşirdi.

ABD ELÇİSİNİN ANLATTIĞI

Fakat bütün bunlar bir varsayımdan ibaretti. Çürütülebilirlerdi ve onların doğruluğunu kanıtlamak için gerekli emirleri vermem hiçbir zaman mümkün olmadı. Bununla birlikte, artık düşmanın ağzından manevralarının ne olacağını biliyoruz. Hiç kimse Liman von Sanders’ın otoritesine karşı çıkamaz.

“Eğer Boğazlar’ın direnci kırılsaydı, Türk askeri kuvvetleri Boğaziçi’nden Anadolu’ya çekilmek zorunda kalacaktı.”

ABD Büyükelçisi Morgenthau, 18 Mart’taki deniz saldırısı sırasında başkentteki durumun bir hikâyesini anlattı. Sultan, Hükümetin üyeleri ve çeşitli görevlilerin hepsi çantalarını toplamış ve Anadolu’ya geçmeye hazırlanmıştı. Boğazlar’da İngiliz gemilerinin varlığı bildirildiği anda gideceklerdi. Şehri panik sarmıştı. İstanbul’daki ihtilali hükümetin kaçışını takip edecek ve şehir anında İngiliz donanmasına teslim edilecekti.

Enerji dolu bir adam olan Alman Büyükelçi Herr von Kühlmaan, kendisinin ve Alman Büyükelçiliğinin bütün çalışanlarının, öyle gerektirdiği üzere, Türk Hükümetine eşlik etmeye hazır olduklarını anlattı. Her şey ayarlanmıştı ve beklemekten başka yapacak hiçbir şey yoktu. Bütün öğleden sonra top patlarken, o an hiçbir şey yapamayacağını bilen ve baskı altında olan Kühlmann, atına atladı ve Boğaziçi’ne doğru yola çıktı. Büyükelçiliğe geri döndüğünde akşam saat 21.00 civarındaydı. Balkondaki müsteşar el kol hareketleri ile işaret ediyor ve bağırıyordu; “Gittiler!”

SAVAŞIN SONRAKİ SEYRİ

Şimdi, az önce bahsettiğimiz tartışılmaz otoriteler tarafından öngörülen olaylar meydana gelseydi savaşın seyrinin nasıl değişeceğine bir bakalım. Kral Konstantin ve Venizelos en mükemmel uyumla hareket ederler ve Yunanistan Müttefiklere katılırdı. Bulgaristan kardeş katili olarak Sırbistan üzerine çökmek yerine, İstanbul’un üzerine yürüyebilirdi. Bu amaca ulaşmayı amaçlayan Yunan ve Bulgar orduları arasındaki rekabetin yeni sorunlar doğurabileceği doğrudur. Balkanlarda özel görevde olan General Sir Arthur Paget, 17 Mart’ta Sofya’dan şu telgrafı çekti: “Çanakkale Boğazı’ndaki harekâtlar büyük bir etki yarattı. Bulgaristan’ın İtilaf’a katılan bir Balkan Devletine saldırmasının mümkün olduğuna inanmıyoruz artık ve Bulgar ordusunun Türkiye’ye karşı döneceğine ve Çanakkale’deki harekâtlarda yerini alacağına inanmak için nedenler mevcut. Romanya bu durumda, bizim tarafımızda savaşa girecek ve emrindeki yaklaşık iki milyon asker ile sağlam bir Balkan hattının tamamlayıcısı olacaktır. Eski kavgalar ile ayrılmış olan bütün bu devletler, Osmanlının dağılmasında ve Büyük Britanya’nın tarafsız yönetimi altında birçok umudun gerçekleştiğini görebileceklerdi. Aralarındaki rekabetleri ve kıskançlıkları hiç şüphesiz kabiliyet ve katiyet gerektirecekti, ancak Rusların ve İngilizlerin etkisi ile sadece Marmara Denizini değil, aynı zamanda Karadeniz’i de yöneten donanmaların yardımı ve de bu denizden geçişi kolaylaştırılmış olan Rus ordularının desteği ile ve nihayetinde büyük bir para, cephane ve yiyecek bütün bu güçleri, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun açık olan güney sınırlarına yönlendirilebilecekti. Bu şartlar altında, dünya savaşının 1915-1916 kışının ötesine uzayabileceğine inanmak zordu.

Ve merkez imparatorlukların direnişi 1916 yılına uzasaydı bile, Karadeniz üzerinden Rusya’yla oluşturulan doğrudan temas bu ülkeye mühimmat ikmali sağlayacaktı, aksi takdirde orduları güçten kesilirdi. Kendini artık soyutlanmış hissetmeyen, rezervleri takviye edilen, yurttaşları muzaffer bir savaşla cesaretlenen ve uzun zamandan beri hayal edilen İstanbul’a sahip olma isteği gerçekleşen galip Rusya, mağlubiyetle Bolşevizm’e kaymak yerine, hiç şüphesiz liberal bir hükümet kurmuş olacaktı. Bunun Avrupa’yı ne kadar sefaletten kurtardığını hayal bile etmek zor. Fransa, Flanders, Polonya ve Galiçya’daki savaş alanları, Balkanlar, Filistin, Suriye ve Kuzey İtalya, çarpıştıkları düşmanlarının mermileri veya havan topları ile değil, 18 Mart sabahı Çanakkale Boğazı’nın hızlı akıntısında halatlarından sıyrılan yirmi demir top ile hayatları çalınmış olan altı ila yedi milyon askerin kemiklerini muhafaza etmektedir!

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Bozüyük Haber Ajansı | Bozüyük Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!